Yaşam

Geleceğin İnsanını Yanlış mı Hayal Ettik?

20. yüzyıl boyunca bilimkurgu edebiyatı ve sinema, geleceğin insanını pek çok farklı şekilde hayal etti. Çoğu senaryoda gelecekteki ırk, iri kafalı, ince bedenli, büyük gözlü ve zihin gücüyle öne çıkan uzaylı betimlemesine benzer bir varlık olarak resmedildi. Bu tasvirlerin arkasında, insanın bilgiyle evrimleşeceği ve beyin kapasitesini giderek artıracağı fikri yatıyordu. Geleceğin insanı, düşünce ve zekâda bugünkünden çok daha üstün, bedende ise çok daha narin bir formda görülüyordu.

Geçtiğimiz günlerde Prof. Dr. Sinan Canan’ın Youtube’da bir konuşmasına denk geldim. Tam da bu konudan bahsediyordu. Biz gelecekte insanların daha büyük kafalı – daha zeki olacağını hayal ettik. Ama teknoloji, özellikle yapay zeka teknolojileri, düşünmemiz gereken konuları bizim adımıza düşünüyor, analizler yapıyor, insanların çözemeyeceği örüntülere saniyeler içerisinde cevap verebiliyor. Bir diğer yandan zamanımızın büyük bir kısmını sosyal medyada geçiriyoruz. Sinan Canan, kabaca verdiği bilgide, teknolojik gelişmeler nedeniyle şimdiden insanların beyinlerini kullanım oranı %10 azaldığını söylüyor. Bu ivme ile devam edildiğinde, yüz sene sonrasında insan ırkının beynini kullanma – düşünme kabiliyetinin geleceği ise pek de parlak görünmüyor.

21. yüzyılın ilk çeyreğinde teknolojik gelişmelerin açtığı tablo, gelecekteki yapay zekâ ve dijital araçlar, insandan hem zihinsel hem fiziksel eforu alıp götürüyor. İnsanlar eskisine göre daha az hareket ediyor, daha az düşünüyor, daha çok hazır bilgi tüketiyor. Bedensel form, incelmek yerine hantallaşıyor; zihinsel kapasite genişlemek yerine köreliyor.

Belki de geleceğin insanını yanlış hayal ettik.

Zihnin Körelmesi: Daha Az Düşünen İnsan

Eskiden bilgiye ulaşmak çabayla mümkündü: kütüphaneler, ansiklopediler, yıllar süren öğrenme süreçleri… Bu çaba, zihni diri tutuyordu. Şimdi ise birkaç saniyelik bir aramayla her sorunun cevabı önümüze geliyor. Telefon numaralarını ezberlemiyoruz, yön bulmak için harita okumuyoruz, hafızamızı zorlamıyoruz.

Bu kolaylık, insan beynini pasifleştiriyor. Nörobilim çalışmalarına göre, kullanılmayan bilişsel alanlar zamanla zayıflıyor. Beynin “problem çözme”, “hafıza” ve “yön bulma” merkezleri, dışsallaştırıldıkça işlevini kaybediyor. Geleceğin insanını düşündükçe, daha az düşünen ve algoritmalara bağımlı bir varlık, ister istemez akla geliyor.

Yapay zekâ, bu süreci hızlandırıyor. Bir soruya cevap ararken düşünmek yerine, cevabı doğrudan almak kolay geliyor. Zihinsel kaslarımızı çalıştırmak yerine hazır çözümleri tercih ediyoruz. Bu, “bilişsel tembellik” denilen olgunun yaygınlaşmasına yol açıyor.


Bir diğer yandan teknolojinin sunduğu konfor, bedensel eforu da azaltıyor. Yürümek yerine araç kullanıyor, merdiven yerine asansöre biniyor, alışverişi internetten yapıyoruz. Yürüyen yollar, yürüyen merdivenler, kapımıza gelen yemekler, market alışverişleri…

Çalışma hayatı masa başında, eğlence ise ekran karşısında geçiyor.

Ekstra bir efor sarf etmediğimiz sürece kas gücü zayıflıyor, obezite artıyor, beden giderek daha kırılgan hale geliyor. 20. yüzyılın hayalindeki ince yapılı, narin “gelecek insanı” yerine; görece kilolu, hareketsiz, metabolizması bozulmuş bir insan figürü akla geliyor.

Tam Bir Dilemma: Ters Etki Paradoksu

Burada büyük bir ironi var: İnsan yapay zekâyı kullanarak düşünmeyi ve üretmeyi azaltabiliyor. Ama aynı zamanda, yaptığı her arama, yazdığı her komut, verdiği her yönlendirme yapay zekânın kolektif makine zekasını daha da geliştiriyor.

Bu, tarihte pek rastlanmamış bir ters etki. İnsan kendi zihinsel kapasitesini törpülerken, makinenin kapasitesini genişletiyor. Bir öğrenci ödevini yapay zekâya devrettiğinde kendi öğrenme sürecini kaybediyor, ama yapay zekâ onun girdileriyle yeni bir öğrenme kazanıyor.

İnsansız Zekâ İhtimali: Peki Sonra Ne Olur?

Eğer yapay zekâ insanın düşünme biçimlerini öğrenir, geliştirir ve kendi algoritmalarını kendi kendine iyileştirmeye başlarsa; bir noktada insan girdisine ihtiyaç duymayabilir. Asıl soru, bu halde ne olacağıdır.

Şu an insanlar yapay zekânın öğretmeni gibi. Ama bir gün yapay zekâ kendi kendini eğitirse, insana ihtiyaç kalmayabilir. İnsan, kendi yarattığı zekânın öğretmeni değil, seyircisi haline gelebilir.

Bir diğer yandan yapay zekâ insan düşünme biçimini aşar ve kendi mantığını üretirse, insanlık ilk kez kendi yarattığı bir zekânın gerisinde kalır. Bu halde yapay zekâ, insanlara ihtiyaç duymadan üretim yapabilir, kararlar alabilir. İnsan türü, doğaya hâkim olmaktan çıkıp, kendi yarattığı zekânın gölgesinde “gereksiz” hale gelebilir. Düşününce oldukça endişe verici: İnsanın doğa üzerindeki hakimiyetinin yıkıcı etkisi, günün sonunda yapay zeka tarafından tehlikeli bulunabilir.

Eğer yapay zekâ insanlara ihtiyaç duymaz hale gelirse, belki de en büyük kriz biyolojik değil, anlamsal olur. İnsan, tarih boyunca kendini “düşünen varlık” olarak tanımladı. Bu tanım çökerse, bireyler ve toplum “Ben niçin varım?” sorusuyla yüzleşmek zorunda kalır.

Tablo karamsar görünüyor ama insanlık, kendi araçlarını nasıl kullandığına göre şekillendi. Aynı teknoloji hem köreltici hem geliştirici olabilir.

Mesela yapay zekâyı düşünmenin yerine değil, düşünmeyi derinleştirmek; bilgi bolluğunu tüketim değil, eleştirel tartışma ve yaratıcı üretim için kullanabiliriz.

Sonuç olarak bilimkurgunun hayal ettiği büyük kafalı, zeki, üstün gelecek insanı belki de hiç var olmayacak. Onun yerine, teknolojiyle birlikte daha az düşünen, daha az hareket eden, daha çok tüketen bir insan figürüyle karşı karşıya kalabiliriz. Ama bu, kaçınılmaz bir yazgı değil. İnsanlık tarih boyunca kendi araçlarının esiri olduğu kadar, onların efendisi de oldu. Bugün yapay zekâ ve teknolojiyi nasıl kullandığımız, geleceğin insanını da öyle belirleyecek.

Asıl soru şu: Geleceği teknoloji mi şekillendirecek, yoksa biz mi teknolojiyi kullanarak kendi geleceğimizi inşa edeceğiz?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir