Tarih boyunca bazı metinler vardır ki yalnızca yazıldıkları dönemin siyasi atmosferine değil, sonraki yüzyıllara da damga vurur. Fransız yazar Émile Zola’nın 13 Ocak 1898’de “L’Aurore” gazetesinde yayımlanan “J’Accuse…!” (Suçluyorum) başlıklı açık mektubu, bu tür metinlerin en çarpıcı örneklerinden biridir. Bu mektup, bir edebiyatçının kalemini yalnızca sanat için değil, adalet ve hakikat için de nasıl bir silaha dönüştürebileceğini gösterir. Zola’nın metni, dönemin Fransa’sında büyük yankı uyandırmış, toplumun vicdanını harekete geçirmiş (bazı kesimler tarafından ise büyük bir tepki ile karşılaşmış) ve tarihe “Dreyfus Olayı” olarak geçen siyasi skandalın çözümünde toplumsal açıdan yönlendirici bir etki uyandırmıştır.

Dreyfus Olayı’nın Karanlık Gölgesi
Zola’nın mektubunu anlayabilmek için önce Dreyfus Olayı’na kısaca bakmak gerekir. 1894 yılında Fransız ordusunun genç bir yüzbaşısı olan Alfred Dreyfus, Almanya’ya casusluk yapmakla suçlanmış ve ağır bir yargı süreci sonunda ömür boyu hapis cezasına çarptırılmıştır. Ancak bu dava baştan sona adaletsizliklerle doluydu. Dreyfus’un Yahudi kökenli olması, o dönemde Fransa’da hızla yükselen antisemitizmin de etkisiyle suçlamaların merkezine oturmuştu. Gerçek kanıtlar yetersizdi; belgeler manipüle edilmiş, sahte deliller üretilmişti. Dreyfus Davası ile ilgili bir başka blog yazıma buradan ulaşabilirsiniz.

Ordunun ve hükümetin bazı kesimleri bu kararı savunurken, kamuoyunun bir kısmı da “vatana ihanet eden Yahudi subay” imajına inanmayı tercih etmişti. Ancak yıllar geçtikçe davadaki çarpıklıklar daha belirgin hale geldi. Özellikle asıl suçlunun Binbaşı Esterhazy olduğuna dair deliller ortaya çıkınca, olay giderek daha büyük bir toplumsal krize dönüştü.
Bir Yazarın Vicdanı: Zola’nın Sorumluluk Duygusu
Tam da bu atmosferde Émile Zola, yalnızca bir romancı değil, halkın vicdanı olarak ortaya çıktı. Zola zaten “Germinal”, “Nana”, “Meyhane” gibi eserleriyle toplumsal gerçekleri çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermiş, edebiyatı toplumsal bir sorumluluk olarak gören bir yazardı. Ancak “Suçluyorum” mektubu, onun edebi kimliğini aşarak siyasi ve ahlaki bir cesaret manifestosuna dönüştü.
Zola, dönemin devlet kurumlarını, ordusunu, yargısını ve basınını karşısına alacağını çok iyi biliyordu. Buna rağmen kalemini çekinmeden kullandı. Çünkü ona göre bir yazarın görevi yalnızca edebi eserler vermek değil, adaletin sesi olmaktı. “Suçluyorum” mektubu, işte bu vicdani sorumluluğun somutlaşmış halidir.

“Suçluyorum”un İçeriği ve Üslubu
Zola’nın mektubu, aslında Cumhurbaşkanı Félix Faure’a hitaben yazılmış bir açık mektuptu. Gazetenin birinci sayfasında tam metin olarak yayımlandı ve daha ilk satırdan itibaren güçlü bir itham diliyle dikkat çekti.
Zola, tek tek devletin en üst kademelerini, orduyu, yargıçları ve politikacıları hedef alıyor, adaletin nasıl çiğnendiğini cesurca ortaya koyuyordu. “Suçluyorum” ifadesini defalarca tekrar ederek hem ritmik bir vurgu yaratıyor hem de tarihe kazınacak bir söylem kuruyordu. Bu tekrar, metni bir edebi eserden öte, toplumsal bir manifesto haline getiriyordu.
Ordunun üst kademeleri, gerçek suçluyu korumak ve kurumun itibarını kurtarmak için Dreyfus’u feda etmekle suçlandı. Yargı sistemi, delilleri manipüle ederek masum bir insanı mahkûm etmekle itham edildi ve Antisemitizm, davanın en derininde yatan karanlık bir önyargı olarak teşhir edildi.
Zola, bu ifadelerle yalnızca bir bireyin değil, tüm bir adalet sisteminin çürümüşlüğünü ifşa ediyordu.
Mektubun Yaratığı Fırtına
“Suçluyorum” yayımlandığında Fransa adeta ikiye bölündü. Bir yanda Zola’nın cesaretini alkışlayanlar ve Dreyfus’un masum olduğuna inananlar vardı; diğer yanda ise Zola’ya karşı büyük bir nefret dalgası yükseldi. Gazeteler, politikacılar ve ordu, Zola’yı “vatan haini” ilan etti.

Mektup, yargı sürecine doğrudan müdahale anlamına geldiği için Zola’ya dava açıldı. O, iftira suçlamasıyla mahkûm edildi ve bir süre İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Ancak Zola’nın ödediği bu bedel, aslında adaletin yeniden sorgulanmasının yolunu açtı. Toplumda büyük bir tartışma başladı ve Dreyfus davası yeniden gündeme geldi.
Sonuçta yıllar süren mücadeleler sonunda Alfred Dreyfus’un masumiyeti kabul edildi, unvanı iade edildi. Zola ise bu uğurda bedel ödemiş, ama tarihe adını adaletin ve özgürlüğün sesi olarak yazdırmıştı.
Bugün de bu mektup, yazarların ve entelektüellerin toplumsal olaylar karşısında sessiz kalmaması gerektiğini hatırlatır. Çünkü aydınlar yalnızca bilgi üreten değil, aynı zamanda adaletsizliklere karşı toplumsal hafızayı diri tutan kişiler olmalıdır. Zola’nın cesareti, pek çok sonraki kuşağa ilham vermiştir.
Edebi Değer ve Retorik Gücü
“Suçluyorum”u yalnızca siyasi bir metin olarak okumak eksik olur. Zola’nın kullandığı dil ve retorik, edebiyatın gücünü gözler önüne serer. Mektubun son bölümünden bazı cümleleri paylaşmak isterim:
(…) Yarbay Du Paty de Clam’ı başlangıçta belki de bilinçsiz olarak (buna inanmak isterim) yargı yanlışının şeytansı işçisi olmakla, daha sonra da, üç yıldan beri, uğursuz yapıtını en tuhaf ve en çetrefil dolapları çevirerek savunmuş olmakla suçluyorum.
(…) General Billot’yu Dreyfus’un suçsuzluğunun kesin kanıtlarını elinde bulundurduğu halde sunları hasıraltı ettiği, siyasak bir amaçla ve güç durumdaki genelkurmayı kurtarmak amacıyla insanlığa ve adalete karşı suç işlemiş olmakla suçluyorum.
(…) General de Boisdeffre’le General Gonse’u, birinci olarak hiç kuşkusuz kilise tutkusuyla, ikinci olarak da Savaş Bakanlığı dairelerini kutsal ve dokunulmaz yasalar sandukasına dönüştüren birlik duygusu nedeniyle, aynı suça ortak olmakla suçluyorum.
(…) Suçladığım insanlara gelince: Onları tanımıyorum, hiçbir zaman görmedim, kendilerine ne hıncım var ne de kinim. Benim için önemsiz varlıklar, toplumsal kötülük ruhlarından başka bir şey değiller. Burada yerine getirdiğim edimse, gerçeğin ve adaletin patlamasını çabuklaştırmak için başvurduğum devrimsel bir yol yalnızca.
Aradan 120 yılı aşkın süre geçmiş olsa da “Suçluyorum”un bugün için bile oldukça iddialı bir mektuptur. Çünkü adalet arayışı, yalnızca 19. yüzyıl Fransa’sına ait bir mesele değildir. Bugün de dünyanın pek çok yerinde insanlar benzer adaletsizlikler, önyargılar, ayrımcılık ve hukuksuzluklar toplumları sarsmaktadır.
Zola’nın mektubu, bu nedenle evrensel bir çağrı niteliği taşır: Hakikati savun, adaletsizlik karşısında susma, güç sahiplerinden korkma. Bu üçlü mesaj, mektubun ölümsüzleşmesini sağlayan temel unsurlardır.
Bugün bu metni okuduğumuzda, yalnızca bir tarihsel olaya değil, aynı zamanda aydın cesareti, adaletin evrenselliği ve edebiyatın dönüştürücü gücü üzerine de düşünürüz. Bu ise uzun yıllardır tartışılan, sanatçının topluma karşı bu yönde bir görevi olup olmadığına ilişkin bir başka açmazı karşımıza çıkarır.



