
20. yüzyılın en sarsıcı eserlerinden biri kuşkusuz Hannah Arendt’in Eichmann in Jerusalem: A Report on the Banality of Evil adlı kitabıdır. Türkçeye Kötülüğün Sıradanlığı olarak çevrilen bu eser, yalnızca bir Nazi subayının yargılanma sürecini anlatmakla kalmaz; aynı zamanda insanlık tarihinin en temel sorularından birine yanıt arar: “Kötülük nasıl bu kadar yaygınlaşabilir?”
Arendt’in ortaya koyduğu “kötülüğün sıradanlığı” kavramı, ahlaki felsefeden siyaset teorisine, hukuk düşüncesinden psikolojiye kadar birçok alanda hâlâ tartışılmaktadır. Bugün de otoriterleşme eğilimleri, kitlesel şiddet, ayrımcılık ve bürokratik mekanizmaların sorumluluğu gibi konular gündemde olduğundan, Arendt’in eseri zamansız bir uyarı niteliği taşımaktadır.
Yazar Hannah Arendt Kimdir?
Hannah Arendt, 1906 yılında Almanya’da doğmuş, Nazi iktidarının yükselişi sırasında ülkesinden ayrılmak zorunda kalmış bir Yahudi entelektüeldi. Felsefe eğitimini Heidegger ve Jaspers gibi düşünürlerden aldı. Heidegger ile kişisel ilişkisi, Jaspers ile entelektüel dostluğu, düşünce dünyasını biçimlendirdi.
Ancak Arendt’in asıl ilgisi metafizik tartışmalardan ziyade siyasal ve toplumsal meselelerdi. Totalitarizmin doğası, bireyin sorumluluğu, yurttaşlık, özgürlük ve adalet kavramları onun başlıca temalarıdır. Totalitarizmin Kaynakları (1951) kitabında Nazi Almanyası ve Stalinist Rusya’yı karşılaştırarak totaliter rejimlerin işleyişini çözümledi. Bu birikim, onu 1961’de Kudüs’te görülen Adolf Eichmann davasını izlemeye ve kaleme aldığı eserle dünya çapında tartışmalar başlatmaya hazırlamıştı.
Adolf Eichmann Kimdir?
Adolf Eichmann, Nazi Almanyası’nda SS subayı olarak görev yapmış, özellikle Yahudilerin toplama kamplarına sevkiyatını organize eden isimlerden biridir. Birinci dereceden savaş alanında şiddet uygulayan biri değil, daha çok bir “bürokrat” konumundadır.
Savaşın ardından Güney Amerika’ya kaçmış, uzun süre Arjantin’de sahte kimlikle yaşamıştır. 1960’ta İsrail gizli servisi Mossad tarafından yakalanarak Kudüs’e götürüldü. Uluslararası hukuk açısından oldukça tartışmalı bu operasyonun ardından Eichmann, insanlığa karşı suç işlemekten yargılandı. 1961-1962 yıllarında süren dava, dünya basını tarafından yakından takip edildi.
Kötülüğün Sıradanlığı Kitabında Ne Anlatılıyor?
Arendt, kitabına Kudüs’teki duruşma atmosferini betimleyerek başlar. Mahkeme salonunun düzeni, öfkeli ve kırgın izleyiciler, Eichmann’ın duruşmalar süresince cam bir bölmede oturması, basının ilgisi, İsrail devletinin bu davayı bir “tarih dersi” haline getirme arzusu uzun uzun anlatılır. Bu bölümde Arendt, sürecin yalnızca adli değil, aynı zamanda politik ve pedagojik bir yönü olduğunu vurgular.
Şu hususu önemle vurgulamakta yarar var: Eğer Nazi dönemi ile ilgili bilgi sahibi değilseniz, bu kitabı okumakta zorlanabilirsiniz. Üst düzey subayların isimlerini takip etmek, münferit olayları anlayabilmek için bir miktar ön okuma yapmak, bu kitabı rahat rahat ve anlayarak okumanıza fayda sağlayacaktır.
Kitabın en çarpıcı yanlarından biri, Eichmann’ın portresidir. Arendt, karşısında şeytani bakışlara sahip bir canavar değil, sıradan bir memurla karşılaştığını yazar. Eichmann’ın mahkemede kullandığı dil klişelerden ibarettir; derinliği olmayan, yüzeysel ve bürokratik ifadelerle konuşur. En çok tekrarladığı savunma cümlesi ise “Ben sadece emirleri yerine getirdim” olur. Bu gözlem, Arendt’in “kötülüğün sıradanlığı” kavramına ulaşmasında temel rol oynamıştır. Eichmann Davası ile ilgili Adolf Eichmann: Nazi Savaş Suçlusunun Peşinden İzlenen Adalet Yolculuğu başlıklı yazımı da incelemenizi öneririm.
“Ben sadece emirleri yerine getirdim” savunmasını, yargılanan pek çok Nazi subayında görebilirsiniz. Hatta bu konu ile ilgili Polonyalı ünlü sosyolog Stanley Miligram’ın itaat psikolojisi üzerine yaptığı sosyal deneyi de incelemenizi öneririm. Bu deney ile ilgili Şelçuk Şirin’in Bakışınızı Değiştirecek 10 Deney İnsan isimli kitabını (Bölüm 4- İtaat Psikolojisi: Emir mi Vicdan mı? Miligram İtaat Deneyi) okumanızı şiddetle öneririm.

Kitap, Eichmann’ın kariyerine de geniş yer ayırır. Nazi Partisi’ne katılışını, SS içerisindeki yükselişini ve özellikle “Yahudi meseleleri” ile ilgili aldığı görevleri aktarır. Yahudilerin zorunlu göç ettirildiği yıllar, Wannsee Konferansı’nda üstlendiği roller ve “Nihai Çözüm” olarak bilinen toplu imha planının lojistik ayağını yürütmesi belgelerle birlikte ele alınır. Arendt’e göre Eichmann’ın motivasyonu ideolojik nefretten ziyade görevini yapma ve kariyerinde yükselme arzusudur. Hatta kitapta, insanların ölmemesi için sürgün gibi farklı çözümleri önerdiğini belirtmektedir.
Mahkeme süreci kitabın merkezini oluşturur. Savcılar, sadece Eichmann’ın bireysel suçlarını değil, Nazi rejiminin tüm suçlarını dünya kamuoyuna anlatmak için duruşmayı genişletirler. Ancak sanık sürekli aynı sözlere sığınır: “Ben emir aldım, uyguladım.” Arendt, bu tekrarlayan klişelerin, Eichmann’ın düşünme yetisini kaybettiğini, dili bir tür otomatikleşmiş savunma aracına dönüştürdüğünü ortaya koyduğunu ileri sürer.
Eserde en tartışmalı bölümlerden biri, Yahudi Konseyleri (Judenräte) hakkındaki değerlendirmelerdir. Nazilerin zorla oluşturduğu bu yerel konseyler, çoğu zaman baskı altında işbirliğine zorlanmış ve böylece istemeden de olsa imha sürecinin hızlanmasına yol açmıştır. Arendt, bu durumun trajik boyutunu vurgularken, Yahudi toplumunun bazı kesimlerinden yoğun eleştiriler almıştır.
Kitap, aynı zamanda yargılamanın hukuki yönlerini tartışır. Arendt, İsrail’in Eichmann’ı yargılama hakkını “insanlığa karşı suç” kavramıyla meşrulaştırır, fakat sürecin bir yanıyla politik bir gösteriye dönüştüğünü de kaydeder. Uluslararası hukukun gelişimi açısından davanın önemini teslim eder, ama aynı zamanda devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda hukuku nasıl kullanabileceklerini de hatırlatır.
Son bölümlerde Arendt, Eichmann’ın ölüm cezasına çarptırılmasını ve 1962’de idam edilmesini anlatır. Kararın hukuken anlaşılır olduğunu kabul eder; ancak asıl dersin, bireylerin sorgulamadan itaat etmesinin doğurabileceği felaketler olduğunun altını çizer. Eichmann, kişisel bir nefret ya da kana susamışlık taşımadan, sadece “görevini yaptığına” inanarak milyonlarca insanın ölümüne katkıda bulunmuştur.
Arendt, bu hikâyeyi yalnızca bir Nazi subayının öyküsü olarak değil, insanlığın her dönemde karşılaşabileceği bir uyarı olarak sunar. Ona göre, düşünme ve sorgulama cesaretini kaybeden sıradan insanlar, tarihin en büyük suçlarının failleri olabilir.